James Joyce’un bu kısa ve ironik cümlesi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin bir teslimiyetin, hatta biraz da mizahın ifadesidir. Sözcüklerin altına gizlenmiş olan gerçek, çoğu zaman halkların yüzyıllardır tecrübe ettiği bir durumdur: Ülkenin gidişatını değiştirmek, kâğıt üzerinde mümkün görünse de, pratikte çoğu zaman sistemin duvarlarına çarpan bir hayal olarak kalır.
Bu söz, ilk bakışta umutsuzluk gibi görünür. Oysa Joyce’un edebi üslubunu bilenler, bunun tek boyutlu bir pesimizm olmadığını fark eder. Burada alay, ince bir ironi ve insan ruhunun kendi yaralarını koruma refleksi vardır. Değiştiremeyeceğini bildiğin bir şeyle sürekli uğraşmak, ruhu yorar; Joyce, belki de bu yüzden, “konuyu değiştirelim” diyerek hem kendine hem muhatabına nefes alma imkânı sunar.
Tarihte pek çok toplum, büyük değişimleri ancak olağanüstü kırılma anlarında yaşayabilmiştir: devrimler, savaşlar, çöküşler… Bu noktaya gelene kadar ise çoğunluk, ya sessizce uyum sağlar ya da kahve masalarında şikâyet edip sonra gündelik hayatına döner. Joyce’un sözündeki “olanaksız” kelimesi, işte bu süreklilik haline atıftır; o sessiz kabullenme, bir ülkenin en kalıcı rejimidir.
Bireysel açıdan bakıldığında ise, bu ifade bir tür hayatta kalma stratejisidir. Her tartışmanın, her umutsuz çabanın insanı tükettiğini bilenler, konuyu değiştirerek kendini korur. Bu, yenilgiyi ilan etmekten ziyade, mücadeleyi zamana yayma, enerjiyi başka alanlara aktarma taktiğidir.
Ve belki de Joyce’un kastettiği, değişimin yine de mümkün olduğu, fakat başlangıç noktasının ülke değil insanın kendi iç dünyası olduğudur. Önce zihni, sonra evi, sonra çevreyi değiştirirsin… Ülke, belki en son değişir.
Kısacası, bu söz bir yandan yorgun bir bilgenin tebessümü, bir yandan da toplumsal değişim gerçekliğinin acımasız bir özeti gibidir. Joyce, tek cümlede hem umudu hem çaresizliği, hem mizahı hem trajediyi bir arada taşır.
Paylaş :