Toplum dediğimiz yapı, yalnızca şehirlerden, kurumlardan, nüfus istatistiklerinden ibaret değildir. Asıl belirleyici olan, insanların birbirine duyduğu güven, ortak bir kader duygusu ve adaletin kamusal hayatın temel ilkesi olmasıdır. Bunlar varsa toplum huzurludur. Bu üç değerin aşındığı yerde, toplum çözülmeye başlar. Nasıl ki vücudun bağışıklık sistemi çökünce habis hücreler saldırıya geçer; aynen öyle, toplumsal bağlar zayıfladığında da yıkıcı eğilimler güç kazanır, kurumlar tahrip olur.
Güven, bir toplumun en temel mayasıdır. Güven olmazsa insanlar devlete, birbirine ve kurumlara karşı mesafeli ve kaygılı hâle gelir. Hobbes’un meşhur doğa durumu tasvirinde olduğu gibi, herkesin herkesle savaştığı bir ortama doğru evrilme riski doğar. Türkiye’de son yıllarda gözlemlediğimiz toplumsal kutuplaşma, medya diliyle kışkırtılan ötekileştirme ve sosyal medyada yayılan düşmanlık dili, bu güven aşınmasının ne derece tehlikeli bir hâl aldığını gösteriyor.
Oysa bir toplumun kendini “biz” olarak hissedebilmesi için bireylerin sadece kendi çıkarlarını değil, birlikte yaşadığı insanların da iyiliğini gözetmesi gerekir. Fakat son yıllarda kimlik temelli siyaset, bu ortak “biz” duygusunun altını oyuyor. Etnik, dini ya da ideolojik aidiyetler anayasal yurttaşlık kimliğinin önüne geçtiğinde, toplum ortak hedefler etrafında kenetlenemez hâle gelir. Oysa Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi, farklılıkları bastırmak değil, yurttaşlık temelinde eşitlemekti.
Adalet ise bu üçlünün belki de en kırılgan ama en belirleyici olanıdır. İnsanlar yalnızca mahkeme kararlarına değil, günlük hayatta da eşit ve adil muamele gördüklerine inanmak isterler. John Rawls’un işaret ettiği gibi, adaletin sağlanmadığı yerde toplumsal sözleşme çöker. Türkiye’de hukuk sistemine olan güvenin zedelenmesi, özellikle yargının tarafsızlığına ilişkin tartışmalar, vatandaşın devletle olan bağını gevşetmektedir. Bu da hem siyasi hem toplumsal kutuplaşmayı besleyen bir unsur hâline gelmektedir.
İşte burada devletin rolü belirleyici hâle gelir. Bizim siyaset geleneğimizde devletin halkına hizmet etmesi bir lütuf değil, görevdir. Osmanlı’da bu anlayış “reaya”ya zulmetmeme ilkesiyle kurumsallaşmıştı. Cumhuriyet bunu hukuk devrimiyle çağdaş zemine taşıdı. Türk-İslam siyaset kültüründe “hadim devlet” anlayışı, yönetenin toplumun hizmetkârı olduğunu ifade eder. Bugün ise bu anlayışın yerini zaman zaman “buyuran devlet” tarzı bir yönetsel refleksin aldığı görülüyor. Bu durum, devlet ile toplum arasındaki psikolojik ve siyasal mesafeyi artırıyor.
Türkiye’nin önündeki temel mesele, güven, dayanışma ve adalet gibi müşterek değerleri yeniden canlandırmaktır. Bu da ancak kurumların tarafsızlığıyla, hukukun üstünlüğüyle ve kapsayıcı bir yurttaşlık anlayışıyla mümkündür. Devletin yeniden hadim vasfına dönmesi, siyasetin kimlikler üzerinden değil ortak gelecek fikri üzerinden yapılması ve adaletin herkes için eşit biçimde işlemesi, toplumsal barışın temelidir.
Toplumlar, bu değerler üzerine kurulur. Güvenin yerine korku, dayanışmanın yerine ayrışma, adaletin yerine keyfilik geçtiğinde, artık bir toplumdan değil, yalnızca yan yana yaşamak zorunda kalan gruplardan söz edilebilir. Türkiye’nin güçlü yarınlara ulaşması, bu üç değeri yeniden içselleştirmesine bağlıdır. Çünkü bir ülkenin harcı, rakamlardan değil; insani ve ahlaki değerlerden oluşur.
Paylaş :